• entries
    11
  • comments
    33
  • views
    3.993

About this blog

Ya ben böyle WhatsApp gruplarında filan bazen kendimi kaptırıp uzun uzun yazıyorum. Sonra o yazdıklarım uçup gitmesin istiyorum. Şuraya yazayım da, bari zayi olmasın. Bu blog forum temasıyla tamamen alakasızdır, "ne alaka şimdi" demeyiniz.

Entries in this blog

lawnmower

Şimdi, bizlerin, sizlerin kullandığı, sahip olduğu, veya olmayı planladığı arabalardan bağımsız olarak yazıyorum bunları. Lütfen siz de "ama ben aldım / denedim, beğendim, bana yetiyor" şeklinde bireysel cevaplarla saldırmayın bana.

 

Ülkemizin en yaygın premium araba markaları olan Mercedes, BMW ve Audi "uzunlamasına yerleştirilmiş" motorlu arabalardan başlar. Yanlamasına motorlu modeller aslında o üreticilerin premium olmayan markalardan müşteri çalabilmesi için tasarlanmış, marka karakterini yansıtmayan modellerdir. Bunu ilk olarak Audi A3 modeliyle başlatmıştır. Bu sebeptendir ki, Audi'yi A3'le tanıyanlar "yha aslında Golf'ten pek farkı yok yha" şeklinde yarak kürek yorumlar yaparlar. Kendi başına haklı olan bu yorum markanın genelini temsil edemez. Nasıl mesela AKG'nin gençleri hedefleyen Y serisi kulaklıkları aynı markanın efsanevi modelleriyle alakasızsa, nasıl mesela Apple tutup giriş seviyesinden müşteri çalmak için özel arayüzlü ama Android çalıştıran telefon yapsa o telefon gerçek bir Apple ürününün deneyimini yaşatmayacaksa, bu yan motorlu arabalar da böyledir. Marka kimliğine, kültürüne terstir. Tabi kullanılmaz, çöp filan değil bunlar, ama kalite, hissiyat, deneyim olarak üstteki modellerle alakaları yok. Onları sanki mesela BMW'nin özel siparişle Peugeot'ya ürettirdiği modeller gibi görebiliriz.

 

Motor meselesi biraz daha karmaşık. Çoğu insan küçük motorlu arabaları "sadece motoru daha küçük" zannediyor. Halbuki durum böyle değil. Şimdi mesela hazır toplanmış PC aldığınızı düşünün. İşte i3, i5, i7 işlemcili modeller var. Kağıt üzerinde de bunların işlemcileri haricinde herşeyleri aynı görünüyor. Peki aynı mı olur? Bunların hedef kitleleri farklı. i3 işlemcili sistem çocuğa karne hediyesidir. i5 kendisi kullanacak adamın sistemidir, biraz birşeyler biliyordur. i7 uzmana, profesyonele göredir. Kasaları aynı olsa bile anakart farklı olur. Disk kapasitesi aynı olsa bile disk modeli farklı olur. PSU farklı olur. Donanım listesinde gözükmeyen hemen herşey değişir, öyle olmalıdır da. Amatörle profesyonele aynı ürün satılmaz. Tabi o amatör model de çöp değil, onun da bir hedef kitlesi, müşterisi var. Lakin bunların sadece işlemci ile birbirinden ayrıldıkları gibi bir durum yok. O sadece en düşük modeli alanın kendine söylediği bir yalandır. "Çok fazla işlem gücüne ihtiyacım yok, geri kalan herşey zaten o 3000 dolarlık sistemle aynı" der adam.

 

Arabalarda da durum aynı. İzolasyon, koltuk süngerinin kalitesi, fren sistemi, hatta dışarıdan aynı görünen jantların kalitesi bile değişiyor. Biri daha önce VW / Honda / Opel / Toyota filan kullanmış adama özel oluyor, diğeri zaten BMW / Mercedes / Audi kullanan, markaların karakterini bilen, daha arabaya binmeden alacağı hissi tahmin eden adam için üretiliyor.

 

Aslında buraya kadar da bir problem yok. Giriş seviyesi model tabii ki olacak. Lakin, bu giriş seviyesi modellerin Türkiye'ye / Türkiye gibi fakir ülkelere özel olması bu masum girişimi bozuyor. Bu 1.6L motorlu kocaman arabalar, 4x4 özelliği kırpılmış arazi araçları filan Almanya'da Hans'ın, Helmut'un "ya arabadan ne anlar bu ayılar, birkaç oyuncak koy bir de ufak motor ekle, binip eğlensinler" diye bize itelediği modeller. Maalesef bizim sikik vergi sistemimiz de buna çanak tutuyor.

Herkesin tercihi, imkanları, ihtiyaçları farklıdır tabi. Ben kendim için bu "iteleme" modelleri asla almam. İkinci el alırım, iki yaş daha yaşlısını alırım, Opel, VW, Honda filan alırım ama sırf premium arabaya binmiş olmak için bu soytarılığın bir parçası olmam. Tabi benim durumum farklı, mesela kredi cekmiyorum, garantiye çok fazla takılmıyorum filan.

 

Neyse, dediğim gibi bunu kişilerin şahsına filan yazmadım, bu küçük motorlu premium arabalar konusundaki genel görüşlerimdir bunlar.

lawnmower

Kiralık daireler için bir kadın aradı. Gelinlik satışı yapacaklarmış. Doğrudan fiyat sordu. Söyledim. "Biz işe yeni başlıyoruz, bize birşeyler yapamaz mısınız?" dedi. Ben de yapamayız, bunlar net rakamlar dedim. Bakınız pazarlığa başladık ama şu noktada halen kirada indirim isteyen kişinin tutacağı mülk hakkında hiçbir fikri yok. Daireleri görmek bir yana, içi yeni mi, eski mi, kaç metrekare, kaç odalı, nasıl ısınıyor, bunları bilmiyor, ilgilenmiyor bile. Sadece indirim (ikram) istiyor.

 

Sonra kadın "biz hatim indiriyoruz, biz indirdikçe size de sevap yazılır" dedi. Bende kayış koptu o anda. "Hanımefendi daha tutacağınız yeri görmediniz, neyi nereye indiriyorsunuz? Bana ne sizin hatminizden, herkesin ibadeti kendinedir" dedim. Kadın hala sevap kazanacaksınız filan diyor. Kibarca kapatmaya çalıştım, olmadı. Suratına kapatmak zorunda kaldım. Daha ilk baştan "kiminin parası, kiminin duası" moduna girmiş, kazıklayacak adam arıyor hatimci abla.

lawnmower

Ekşi Sözlük gibi, insanların yüzlerini veya isimlerini göstermeden yazabildikleri ve jüri rolünü üstlenip her konuda atıp tutabildikleri ortamlarda oluşan bir "beğenmeme" hastalığı var. Bunu algılayamayıp oradaki yazılanları ciddiye alınca insanın zaten hiçbirşey yememesi, içmemesi, kullanmaması gerekiyor, çünkü hemen her popüler ürünün altına "bokum gibi" yazan dingiller var. Bu dingillerin bazıları o bahsi geçen ürünü hiç kullanmamış (veya yememiş, içmemiş) bile.

 

Mesela (atıyorum) Absolut votka başlığına bakıyorsun. Biri "Smirnoff buna 100 basar, bok gibi votka, sırf reklam" diyor. Diğeri çıkıyor bilgisini ispatlamak için "Absolut ve Smirnoff denen lağım suyunu içeceğime çay içerim. Moskovskaya'nın üzerine votka tanımam" diyor. Başkası çıkıyor Absolut'u yapanın anasını avradını diyor. Hani bilmeyen birisi bu adamları böyle kadrolu barmeni olan villada yaşıyorlar, evde boyuna votka martini filan içiyorlar sanır. Lan zaten o bok attığın şeyi bir kere denemişsin, normalde Tekel votkasına talim ediyorsun, bu neyin artistliği? Bununla kendilerini tatmin ediyorlar. "Öyle havalıyım ki, herkesin beğendiği şeye bok attım, ezdim onu" diyor adam kendi kendine. Sonra gidip otuzbir çekiyor. Sonra ellerini yıkayıp başka bir popüler başlıkta bok saçıyor etrafa.

 

İşte bunlar hep eziklikten. Mesela biz iPhone'a laf ediyoruz ama alamadığımızdan filan değil, almışlığım kullanmışlığım var, yine alırım istesem, bana uymadığı için laf ediyorum. Diğer yandan laf edenlerin yarısından çoğu alamadığı için laf ediyor. Bugün DSG'ye laf sokanların çoğu Volkswagen'in ancak 1/18 modelini alabilecek durumda. Adam Absolut'a, Mercedes'e, Sony'ye, ona buna birşey bildiğinden, anladığından değil, ulaşamadığına bok atarak rahatladığı için bok atıyor. Zaten ismi cismi de belli olmadığı için söve söve ilerliyor başlıklar arasında. Artık antibiyotik mi olur, ampütasyon mu olur, bir şekilde çare bulmak lazım bu hastalığa.

lawnmower

Bu bizdeki arabaların motor hacmine göre vergilendirilmesi sistemi, daha doğrusu bu sistemin 1.6L üzeri motor hacmine sahip arabaya bineni cezalandıracak şekilde ayarlanması çok yüksek ihtimalle bu sistem ilk geldiği zaman yerli otomobil endüstrisini koruma amaçlı yapılmış birşey. İstisnalar haricinde Türkiye'de üretilen arabalar hep küçük motorluydu. Dünya genelinde ortalama sayılan 2.0L motor bizim üreticilerin pek bulaşmadığı bir hacimdi. Haliyle büyük motorlu araba = ithal araba gibi bir durum vardı. Özellikle gümrük birliği sonrasında ithal arabaya ekstra bir vergi koyulamadığı için büyük ihtimalle bu şekilde ithal araba alanı cezalandırarak yerli endüstriyi teşvik etmek istediler. Tabi yine çok yüksek ihtimalle bunu devleti yönetenler değil, yerli araba üreticileri akıl etti. Bizim geçen yıllarda isyan ettiğimiz Vestel vergisinin bir benzeri yani bu da. Tabi o zaman bunu "büyük motor çok yaktırıyor" yalanının arkasına saklayarak milleti ikna ettiler. Makas git gide açıldı, normal olanı kullanan bile cezalandırılıyor artık. Millet olarak her arabayı olabilecek en küçük motorla almayı tercih eder olduk.

 

Küçük motor tüketimi düşürmez. Sadece rölantideki tüketimi düşürür (ki artık Stop / Start sistemleri sayesinde o da pek kalmadı). Küçük motor arabayı sürücünün talep ettiği gibi hareket ettirecek gücü üretebilmek için daha yüksek devirde çalışmak ve daha fazla zorlanmak zorundadır. Bu da hem tüketimi arttırır, hem de motoru daha fazla yıpratır. Yıpranan motorun onarımında kullanılan parçalar da yine ithal parçalar, çünkü araba yerli olsa bile motor yurtdışından geliyor. Kazık her türlü bize giriyor yani. Maalesef kendini bu konuda uzman olarak tanıtan bazı dingiller bu küçük motor = az tüketim yalanını millete yedirdikleri için kimse itiraz etmiyor bu duruma. İtiraz edenler vergi zammına itiraz ediyor, sistemin komple yanlış olmasına değil. Halk ciddi şekilde isyan etmediği için de bu sistem böyle devam edecek, iktidar değişse bile bu değişmeyecek. Biz de çekmeyen arabalara çok para vermeye devam edeceğiz.

lawnmower
Memlekette dolandırıcılığın coşmasıyla ilgili bir sohbette bunları yazmıştım, kaynayıp gitmesin diye buraya ekliyorum.

Dolandırıcı dediğimiz adamlar sizin bizim gibi değil. Kafa bu yöne çalışıyor. İkna becerileri çok kuvvetli. Olaylar basit anlatılıyor ama çok daha komplike gerçekleşiyor. Ön hazırlığı filan var. Hustle dizisindeki gibi resmen, hedefi inceliyorlar önce.
 
Mesela Ercan benim yanımda işe girmeden önce onu bana getiren adamla birlikte beni incelemişler. Benim önceki elemanımda şikayetçi olduğum ne varsa Ercan bunun tam tersi olarak geldi bana. Öyle ayarlanmış yani. Ben mesela önceki elemanımın üst baş ve temizlik konusundaki özensizliğinden şikayetçiydim. Adam neredeyse pijamayla gelecek. Ercan takım elbiseyle geldi bana, bir süre de hep takım elbiseyle takıldı. Bunun gibi şeyler.
 
Genel olarak ilk başta bir şekilde güven veriyorlar. Kendilerini çok ahlaklı (kişisine göre dindar) veya zaten başkasını dolandırmaya ihtiyaç duymayacak kadar zengin olarak tanıtıyorlar. Artık hipnoz mu desem, sosyal mühendislik mi desem, bir şekilde karşıdakini buna ikna ediyorlar. Sonra da hep olumlu şeyler oluyor. Deneyim harika yani. Sonra bir anda ufak bir pürüz çıkıyor. O pürüzü çözmeye çalışırken zaten olan oluyor. İşte bir akraba ölüyor da cenazeye gidilmesi gerekiyor, veya bankada bir sıkıntı çıkıyor biraz beklemek gerekiyor filan. Genelde zamanla alakalı şeyler oluyor bunlar. Bu dediğim kısa dolandırıcılıklarda geçerli tabi. Ercan meselesi gibi uzun dönem hadiselerde herşey daha komplike.
 
90 sonrası özel kanalların açılması ve başını Televole programının çektiği "zenginlerin çılgın hayatı" temalı programlar normal vatandaşa daha önceden de biraz bildiği ama detayını bilmediği şeyleri gösterdi. Daha doğrusu, bazı gerçekleri vatandaşın gözüne soktu. Daha sonra önce internet, sonra da sosyal ağlarla birlikte vatandaş bu gözüne sokulan şeyin maddi yönünü de tam detaylı öğrenir oldu. Yani mesela eskiden "X futbolcu spor arabaya biniyor" şeklindeydi vatandaşın bildiği, bu daha sonra "X futbolcu Porsche 911 Turbo'ya biniyor" şekline dönüştü, en sonunda da "X futbolcu liste fiyatı 500000€ olan, sadece 100 tane üretilmiş Porsche 911 Turbo Special Edition'a biniyor" oldu. Yav adam kendince hesap yapıyor, benim maaşım o arabanın sadece yakıt masrafına bile yetmez diyor. İşte bir noktada kopuyor olay. Toplumun genel olarak yozlaşmasının sebebi de bu zaten. İnsanlar artık çocuklarının okuyup mühendis, doktor, avukat filan olmasını istemiyorlar. İnsanlar çocukları futbolcu, şarkıcı, dizi oyuncusu, müteahhit filan olsun istiyorlar. Eskiden top oynamak için okulu asan çocuğu babası döverdi, şimdi okula gitmek için futbolu aksatan çocuğu babası dövüyor.
 
Neticede bu gelir dengesizliği ileriye bakıp "ne uzar ne kısalır" diyen adamı çıldırtabiliyor. İşte adamın ahlak duygusu önemli, kimisi üzülmekle kalıyor, kimisi "sikerim ulan bu hayatı, çalarım çırparım ben de o arabaya binerim, dünyaya bir kere geliyoruz" diyor. Dolandırıyor, çalıyor, çırpıyor, günü kurtarmaya çalışıyor. Tefeciden borç alıp pavyona gidiyor adam, şampanya açtırıyor. Zira normal maaşla çalışsa şampanyanın şişesini bile göremeyecek.
 
Entellektüel kesimin saçma bulduğu dini meseleler bu konuda bir miktar toparlayıcı görevi görüyor. Ahiret korkusu olmasa çok çok daha kötü olurdu durum.
İşte bu çalıp çırpmalar bir noktadan sonra alışkanlığa, yaşam biçimine dönüşüyor. Mesela şimdi dolandırıcılık yapan ama yine sürünen bir adama (Ercan mesela) iş verin, yapabileceği basit bir iş olsun ve makul bir maaş verin, mesela 10K filan olsun, önce kabul eder ama sonra bırakır gider. Halbuki dolandırıcılıkta eline o kadar para geçmiyor, burada en azından peşinden kimse gelmeyecek, gece rahat uyuyacak. Olmaz ama, o Ali Ağaoğlu gibi olmak istiyor. Şirketin vereceği 320i ona yetmez, 740 olacak. Haftasonları arkadaşlarla birkaç kadeh rakı içmek yetmez, boğazda gazinoda şampanya patlatacak. Dünyaya bir kere gelmiş, bunları yapacak. Yoldan çıkmış artık, dönüşü yok.

Devletin çok ciddi önlemler alması lazım. Adalet mülkün temelidir lafı bunu anlatır. Adalet olmazsa mülk korunamaz, kimse de o mülk için çalışmaz. Bu düzen böyle devam ettikçe daha fazla insan Ercan olacak, daha az insan dürüstçe çalışıp birşeyler edinmek isteyecek. Bir keresinde Burger King'de kasadaki adamla kapının önünde milletten yemek isteyen çocuklarla ilgili sohbet etmiştim. Adam bana çocuklardan birini gösterip "bu zaten burada çalışıyordu, bizim arkadaşımızdı" dedi. Eleman düzenli maaş aldığı işyerinden istifa edip aynı işyerinin kapısının önünde dilenmeyi seçmiş kariyer olarak. Sadece bu bile birşeylerin yanlış olduğunu gösteriyor. Komplesini okuyacak sabrı gösteren herkese görüştüğümüzde küçük Starbucks kahvesi ısmarlıycam.
lawnmower
Ben öğrenciyken en nefret ettiğim şey yaz tatili için verilen ödevdi. Çocuğuz, zaten okul filan çocuk doğasına tam uygun birşey değil, ileride lazım olacak filan ama işte uyum sağlanması zor birşey. İşte o zor şeyin çocuğu rahat bıraktığı birkaç aylık yaz tatili dönemi sanki millete batıyormuş gibi rahat rahat tatil yapmasın çocuklar diye bir ton ödev verirlerdi. 
 
Şimdi aynı zihniyet çocukları yaz kampına yönlendirmeye çalışıyor. Neymiş, öğrenilen şeyler yaz tatilinde unutuluyormuş. Hadi ya, ben de neden uzaya roket gönderemedik diye merak ediyordum, demek ki bu sebeptenmiş. Yaz okulları ve kampları sayesinde çocuklar o bilgileri hiç unutmayacak ve bu sayede roketlerimiz havalanacak birkaç sene sonra.
 
Bu çocuklar unutuyor diye hayıflanılan bilgiler de zaten çoğu aslında bir boka yaramayan şeyler. Hangi nehir hangi vilayetlerden geçer, hangi dağın yüksekliği kaç metre, nerede ne yetişir, hangi padişah ne zaman doğmuş ne zaman ölmüş filan... Bunları hiç unutmayan bir çocuğun hayatında hiçbir olumlu değişiklik olmayacağı gibi, bu fuzuli şeyler gençlerin gerçekten işlerine yarayacak şeyleri öğrenmesini de engeller.
 
Ne zaman televizyonda çocukların yaz kampına filan gitmesinin gerektiğini söyleyen birini görsem içimden (bazen de dışımdan) siktir git diyorum. Çocuklar yazın tatil yapsın, bari çocukken rahat etsinler.
lawnmower
Lisede bize Keifer diye ecnebi bir kimya hocası gelmişti. Adam biryerlerde kendine has bir periyodik tablo yaptırmış. Kendine has dediğim, A4'ten büyük gibi, ama kenarlarında boşluklar var. Yani neredeyse bir A4 kadar da boş alan var kâğıtta. Bize dağıttı bunları. "Sınavlara bunu da yanınızda getireceksiniz" dedi. Biz tabi şaşırdık. Sonra adam işi daha da abarttı, "Boş yerlere formül filan ne isterseniz yazabilirsiniz, yani sınava gelirken ihtiyacınız olacak şeyleri hazırlayın, öyle gelin" dedi. Biz "ağam bizimle eğlenir" modundayız ama adam ciddi. (Fena halde rahmetli Süleyman Seba'ya benziyordu bu arada bu adam)
 
Neyse, hoca bize açık açık kopya çekin diyor işte. Yav olacak iş mi, biz o güne kadar kimyada hep element sembolü, numarası, formül filan ezberlemişiz. Adam bunları bizden istemiyor. Peki bizden ne istiyor? Mr. Keifer bize özel bir muamele mi yapacak sınavda?
 
Sonra haftalar geçti, sınav haftası geldi, sınav olduk. Adam aynen dediği gibi üzeri formüllerle bezenmiş periyodik tabloyla sınava girmemize izin verdi. Sorular alıştığımız gibi değildi ama. Ezber değil bilgi ve kafa gerektiren şeylerdi. Formül hazırda olsa bile onu kullanacak noktaya gelmek için sorunun yorumlanmasını gerektiren şeylerdi. Olacak iş değil yav. Çok acaip yani. Fantastik bir deneyim.
 
Neyse, şimdi o hoca ölmüştür büyük ihtimalle. Lakin ben o sistemi unutmadım. Olması gereken oydu zira. Fuzuli şeylerle beyinleri doldurmak yerine gerçek dünya senaryolarına daha yakın bir sistem uyguluyordu adam. Öyle ya, periyodik tablo ve formüller kolayca ulaşılabilecek şeyler, ama esas lazım olan onları kullanabilmek için gereken beceri. Keşke tüm öğretmenler böyle sistemler benimsese, şu boktan ezberci eğitim sistemini sonsuz hiçliğe uğurlasak...
lawnmower
Sene 98-99 filan. Peugeot 106 GTI ve Citroen Saxo VTS o dönemin en popüler genç arabaları. Piyasada doğru düzgün araba da yok, bunları beğeniyor millet. BMW, Mercedes, Audi filan zor bulunan, zor alınan arabalar. Şimdiki gibi filo kiralamalar, krediler filan yok. Şirketler elemanın altına BMW vermiyor. Ancak işadamları biniyor. Öyle ortamda genç için Saxo VTS şimdiki Porsche Boxster havası yaratıyor.
 
Yazlıktayız. Birine misafir bir eleman gelmiş, kuzeniymiş. Elemanda mavi Saxo VTS var. Yeni almış, onunla tatile gelmiş. Havasından geçilmiyor. Ben pek takmıyorum da, millet sırf o araba için elemana mahallenin tek topunun sahibi çocuk muamelesi yapıyor. Bizden yaşça büyük olup normalde bize çocuk muamelesi yapan abiler bile herifin götünü yalıyor. Biri diyor "gel akşam diskoya gidelim, ben hatunları ayarlarım", biri diyor "gel bizim tekneyle gezmeye çıkalım, kızları da çağırırız", böyle şeyler. Eleman taşra takımına gelmiş Brezilyalı futbolcu gibi havalarda tabi. Kim olsa havaya girer.
 
Bir gün yine bunlar tekne gezisindeyken o elemanın ev sahibi olan kuzeni geldi telaşla. Bana nerede diye sordu. Tekneyle açıldılar filan dedim. Noldu diye sordum. Elemanın babası ölmüş. Ani kalp krizi, küt diye gitmiş adam. İstanbul'dan telefon gelmiş. Cep telefonu var ama çekmiyor Altınoluk'ta. Kız sahile gitti, bekledi. Söylemiş herhalde. Eleman önümden bitik halde geçti. Bir saat önceki haliyle öyle bir kontrast vardı ki, içim duble burkuldu. Citroen Saxo hiç hatırlanacak araba değildir ama sırf bu olayla hatırlıyorum ben onu.
lawnmower
Ekşici kafası = mal kafası. Sabah gazete almaya giderken duvarda Ayşe Erbulak'ın Cinayet Sınıfı Başkanı diye bir kitabının reklam afişini gördüm. Televizyon filan izlemediğimden Ayşe Erbulak'ı da tanımam. Altan Erbulak'ın birşeyi olduğu belli de, nesi bilmiyorum. Kızıymış. Neyse, gelince kadını arattım Google'da. Ekşi Sözlük linkine tıkladım belki kitaplarıyla ilgili yorum vardır diye. İlk birkaç madde kadının yaptığı işlerle (stand up gösteri, yazarlık filan) alakalı. İşte Norveç'te yaşıyormuş filan. Boş bir insan değil neticede, Altan Erbulak'ın kızı, boru değil.
 
Neyse bir ara kadın homoseksüelleri sevmediğini söylemiş. Ondan sonra linç kampanyası başlamış. İşte onca kültür eğitim filan para etmiyormuş Türk kafası değişmiyormuş filan. Yav entellektüel olmak ibneleri sevmeyi mi gerektiriyor? İbneleri sevmek bizi daha batılı, daha modern mi yapıyor? İbne sevmeyen otomatikman cahil mi ilan edilecek? Diploması elinden alınacak mı?
 
Homoseksüel de herkes gibi insandır, herkesin herkesi sevme veya sevmeme hakkı vardır. Saygı duyduktan, rahatsız etmedikten sonra kimse kimseyi sevmek desteklemek zorunda değil. Şu "entellektüel ibne sever", "entellektüel arada kendi de bir sakso çeker", "entellektüel azınlıkları destekler" gibi osuruktan kalıplardan kurtulmak lazım. Bizim başımızı toplumu ayrıştıran bu kalıplar yiyor.
lawnmower
Bugün öğle yemeği sonrası evden ofise dönmeye çalışıyorduk. Bizim oralar kentsel dönüşüm cenneti. Alternatif güzergahların hepsini kamyonlar kapatmış. Tek yol var, onda da birkaç araba önümüzden giden kamyon bir köşeyi dönemeyip kaldı. Köşede bir araba çok biçimsiz bırakılmış. Kamyon defalarca manevra yaptı ama olmuyor. Geçemiyor işte. Belki 15-20 dakika bekledik. Kontak kapattık. Dönsek gidilecek yer yok, arkamız da yığıldı. Sahilden caddeye kadar kuyruk oldu.
 
Bu esnada tam bizim yanımıza denk gelen binadan iki yaşlıca kadın çıktı. Sonra yukarıdakilere (kime gelmişlerse artık) el salladılar. Öpücük yolladılar. Telefon açtılar konuştular tekrar. Ben kamyona bakmaktan sıkılınca onlara bakıyorum. Dakikalarca sürdü bu.
 
Sonra bu teyzeler o yolu tıkayan arabaya binip gittiler. Ya hadi diyelim ki kamyonun dönemeyeceğini hesaplayamadın, arabayı öyle bıraktın. E bari bunu farkedince bir an önce çek arabanı, yolu aç, millet geçsin! Ya onlarca araba kuyruk olmuş, millet arabalardan inmiş neden geçemediklerini anlamaya çalışıyor, bu insanları bekletmenin ne anlamı var?
 
Ara sokağa kaçmış herhalde, teyzeleri trafikte yakalayamadım. Yakalayabilseydim "Teyze lütfen evine git ve ölene kadar da oradan çıkma, hatta bir an önce öl de dünya senin gibi bir oksijen sarfiyatından kurtulsun" diyecektim. Teyzeler bunu haketti.
lawnmower
Biz havalandırma borusu üretiyoruz. Demin elemanın biri geldi. Genç, şort tişört tarzı takılan öğrenci tipli bir genç. "Bana iki tane 3 metre 120mm" boru lazım dedi. Ben getirmek için içeri gittim. O esnada babama anlatmış. Ben geri geldiğimde babam "bilgisayarı soğutmak için kullanacakmış" dedi. Ben tabi anladım, benim de zamanında aklıma gelen egzost fan çıkışını dışarı verme olayını yapacakmış. "Oda sıcaklığı 38 derece oluyor, biraz daha ısınırsa sistem arıza verecek" filan dedi.
 
Ben tabi mal mal konuşuyorum. Mallık kısmını sonra farkedeceğim. Elemana "macunları yenile, bolca fan tak, bak bu kapalı devre sıvı soğutmalar çok iyi, hele bir de push pull yaparsan şahane" filan diyorum. Sonra ilk sormam gereken ama unuttuğum şey geldi aklıma ve sordum. "Soğutulacak kasa ne?" dedim. Hani model söylerse mallığa devam edip 200mm fan tak diyeceğim. Eleman "Abi iki kasa var, biri Cisco diğeri HP, bir tane switch var, bir de workstation var ama o pek ısınmıyor zaten" dedi. Ben bunu evde overclock yapan talebe sanıyorum, meğersem herif system admin'miş, server odasını serinletmeye çalışıyormuş. İşi zaten bu olan adama ben macun diyorum, fan diyorum... Neyse, verdik boruları, gitti eleman.